Bu kutuya atıldığımda henüz dört aylık bir bebekmişim. Beni üç yaşındaki ablamdan, babamdan ve dedemlerden ayırıp buraya koyanlar insan hâlinden hiç anlamıyor. Fakat hayvan diyerek küçümsedikleri arkadaşım Vefalı Karga beni belki herkesten çok daha iyi anlıyordu. Benim yüreğimi görüyordu o, ötesi var mı?
Büyükler, özellikle zalim olanlar hiç anlamadığım bir dilde konuşmayı biliyorlar sadece. Kalbime hiç ulaşmayan nutuklar atıyor, güzel görünümlü sözler söylüyorlar. Neymiş, çocuk sevgiymiş… Çocuk cennet kokusu, günahsız melek ve insanların en masumuymuş. Bu kutuda böylesine karanlık bir hayat yaşarken bu sözlere inanmamı nasıl beklersiniz?
Fakat annemin dediğine göre, benim gibi bebek ve çocuklar kutularda zorluklar içinde yaşarken halimizi görmeden
23 Nisan çocuk bayramından söz ediyorlarmış. Bu çelişkiyi anlamam mümkün değil…
Bir taraftan benim için bayramlar yapılır, çocuk haklarıyla ilgili koskoca kanunlar düzenlenirken diğer taraftan ben nasıl bu hapishane denilen kutuya koyulabildim?
Annem koğuştaki arkadaşlarına anlatırken öğrendim; Birleşmiş Milletler Çocuk Sözleşmesi diye bir düzenleme varmış, bu düzenlemeye göre çocukların haklarını koruma konusunda asla taviz verilmemesi gerekiyormuş. Dış dünyadan korkuyorum. Çünkü orada hiçbir iyi ve faydalı kurala uyulmadığını anlıyorum. Dış dünya korkulmayacak bir yer olsaydı bu kutuya kapatılır mıydım?
Çocuk ve bebeklerin üstün faydasının gözetilmesi ve hapsedilmemesi gerekirken hapishane denilen kutularda yüzlerce çocuk yaşıyordu. Annemle benim hikayem ise sıra dışı ve kederli: Ben henüz annemin karnındayken annem tutuklanmış ve kutuya konulmuş. Sonra doğumum yaklaşınca annemi kutudan çıkarmışlar. Ben doğduktan hemen sonra bizi kutuya atmamışlar, sanırım kutuya girebilmek için biraz büyümek gerekiyormuş. Fakat annem uzak bir yere kaçmadığını ispat etmek için haftada iki gün emniyette bazı kağıtları imzalaması gerekiyormuş. Ben kundaklı bir bebekken bile annem emniyete gidip ‘buradayım’ imzası atıyordu anlayacağınız.
Annem beni daha rahat gezdirsin diye dedem küçük bir bebek arabası almıştı. Özellikle ılık bahar günlerinde annem beni arabaya bindiriyor, kaçmadığımızı bildirmek için emniyetteki kağıtları imzalıyor, sonra birlikte doyasıya geziyorduk. Annem hüzünlü bir ifadeyle kâh mavi gökyüzüne, kâh bana bakıyor, gözleri doluyordu. Bunun anlamını çözemiyordum bebek hâlimde.
İmzaya gittiğimiz bir bahar günü, bizi evimize göndermediler ve kutuya koydular. Annem o sıralarda çok üzülmüş, ağlamış, hastalanmış ve zayıflamıştı. En önemli besinim olan sütüm kesilmişti, çok acıkmış ve çok ağlamıştım. Neden ağladığımı bilmiyordum aslında; açlık beni katıla katıla ağlayacak kadar etkilemiş olamazdı. Bence beni asıl ağlatan annemin üzüntüsü ve kederiydi. Üzülüp acı çeken sadece biz değildik; anneannem, dedem, ablam ve başka bir kutuda hapsedilen babam… Hep birlikte üzülüyor ve ağlıyorduk. Bunu bize neden yaptıklarını asla anlayamayacağım. Annemin deyişine göre, bizi paramparça etmişler…
Henüz bebektim ve bizi kapattıkları dar kutuda bana göre yiyecek bulunmuyordu. Nasıl olsun; en önemli yiyeceğim anne sütüydü, o da üzüntüden kesilmişti. Dedem kantinden yiyecek almamız için para yatırmıştı, fakat isteklerimize ulaşabilmek için para yeterli değildi galiba. İstediğimiz pek çok şey kantinde bulunmuyordu.
Kutuda Kışın Yaşam
Koğuşun karanlık dünyasında üç yıl boyunca soğuk ve uzun kış geceleri, sıcak ve uzun yaz gündüzleri geçirdim. Kış mevsimlerinde daracık koğuşumuz çok soğuktu, nasıl olmasın ki yaşadığımız kutu, demir ve beton duvarlardan ve zeminden oluşuyordu. Kışı burada geçirmek hepimiz, özellikle benim için çok zordu. Kışları çok hastalandım, vücudumdan alev fışkırır gibiydi, üstelik çok halsiz ve bitkindim. Birlikte kaldığımız tüm kadınlar ve annem benim için çok üzülüyorlardı. Buna rağmen hayatımı güzelleştirmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı.
Ateşimin çok yükseldiği bir gün annemin güzel arkadaşları ve annem fikir birliği edip beni yıkamaya karar verdiler. Kutu yaşamında sıcak su çok nadir olurdu. Bu yüzden koğuşumuzdaki ketılda bolca su ısıtıp plastik mavi leğene koydular. Ilık su ile leğende beni yıkayıp kuruladılar. Ne var ki ateşim düşmüyordu. Bütün koğuş endişe içindeydi, acil düğmesine basıp beklediler. Sonra yine bastılar, bir kez daha bastılar, gelen giden yoktu… Annemin arkadaşları var güçleriyle kapıya vurmaya başladı, nihayet o günün nöbetcisi geldi. Durumu nöbetçiye anlattıklarında, gece yarısı cezaevinde doktor bulunmadığını ancak sabahleyin doktora çıkılabileceğimi söyledi. Annem ve güzel arkadaşları öfke ve üzüntü içindeydi, fakat çare yok gibiydi.
Ortak bir karar alarak yeni bir işlem yapmaya başladılar; ıslak havluyla vücudumu sürekli ovup kolonya sürdüler. Hastalığımın şiddetinden o gece hiç kimse uyumadı. Sabahın ilk ışıklarında annem ve ben doktora gitmek için hazırdık. Cezaevi doktoru beni muayene etti, ağzıma garip bir tahta yardımıyla bakıp, hortumlu bir aletle sırtımı dinledi. Hastalığım sanırım çok önemliydi, bu yüzden doktor iğne yaptı. Hayatım boyunca yediğim ilk iğneydi, çok acı bir deneyimdi. Doktora çok kızmıştım canımı acıttı diye, fakat onun umurunda değildi sanırım benim duygularım. Anneme devlet hastanesine gitmemiz gerektiğini söyledi doktor, yüzü asık ve gergindi.
Cezaevine girdiğimde henüz dört aylıktım, aradan bir yıl geçmişti ve ben hastalığım nedeniyle ilk defa dışarıya çıkıyordum. Revir denilen yere giderken ne kadar büyük gelmişti koğuşun dışındaki yerler. Şimdi başka yere gidecekmişiz, üstelik oralarda çok kadınlar ve erkekler varmış. Bıyıksız teyzeler, bıyıklı bıyıksız amcalar… Dışarısı çok büyük ve hiç görmediğim kadar kalabalıktı.
Ateşim düşmüştü, kendimi daha iyi hissediyordum. Annemin kucağından inip kendim yürümek istiyordum. Hasta bile olsam daracık koğuştan çıkmak beni heyecanlandırıyordu. Bütün hayatımızı geçirdiğimiz kutunun dışında acaba nasıl bir hayat vardı? Bu sorunun cevabını düşünüyor ve heyecanlanıyordum. Ellerimizi ve tüm parmaklarımızı bir makinaya koyarak bilgisayar denilen parlak camlı kocaman oyuncağa kaydettiler. Bir kadın memur eliyle üstümü kontrol etti, sonra üstümde bir çubuk gezdirdiler. Çubuk dit dit diye ses çıkarıyordu, ses çok eğlenceliydi. Böyle ses çıkaran oyuncağımın olmasını isterdim. O çubuğu almak istedim, vermediler. Annemin aranması ve kontrolü de bittikten sonra dışarıya çıktık.
Her yer apaydınlık ve ferahtı. “Yaşasın! Yaşasın!” diye haykırdım. Orada bulunanlar bana gülümseyerek bakıyordu. Annem de gülümsüyordu, özellikle annem gülümsediğinde bambaşka bir güzelliğe bürünüyordu. Fakat kısa bir süre sonra annem ağlamaya başladı, gözyaşlarına engel olmak istiyor, galiba bunu başaramıyordu. Dışarısı koğuştan çok farklıydı. İçeride televizyon seyrederken gördüğüm silahlı dört asker ve iki görevli kadın vardı yanımızda. Güneşi artık görmüştüm, fakat ışığının şiddetinden ona bakamıyordum. Sonra o muhteşem ağaçları gördüm. “Acaba benim sevgili arkadaşlarımın evi bu ağaçlarda mı?” diye düşündüm.
Dışarıyı anlamaya çalışırken görevli askerler bizi arabaya bindirdiler. Askerin açtığı kapıdan içeri girmiştik ve oturacağımız yer çok kirliydi. Annem elindeki bezle sildi ve tahta koltuklara oturduk. Oturduğumuz yer çok karanlık ve bizim koğuş kutudan daha dardı. Kapı tarafından gelen incecik ışık ortalığı aydınlatmıyordu. Pencereler demirlerle kapatılmıştı, ışığa yol vermemek için ellerinden ne geliyorsa yapmışlardı anlaşılan.
Sonunda arabadan gürültülü sesler gelmeye başladı ve asker açık olan tek kapıyı da kapattı. İçimde neler oldu bilmiyorum, fakat ışık gelen tek kapının da kapatılması üzerine avazım çıktığı kadar ağlayıp bağırmaya başladım:
Kapatma! Kapatma! Kapıyı sakın kapatma!
Annem yine ağlamaya başlamıştı, o da bana katıldı:
-Kapatmayın şu kapıyı!
Asker yüzüme baktı, galiba o da çok üzgündü.
-Kapatmamız gerekir, dedi. Maalesef elimizden gelen bir şey yok…
Çaresizlik çok kötü bir durum, ne yapsak olmuyordu. Kapı kapandıktan sonra yeniden ağlamaya başladım.
Bu kapı kapatmaları sevmiyorum!
Karanlığı sevmiyorum!
Demir parmaklıkları sevmiyorum, oradan nefret ediyorum!
Aydınlığı ve güneşi görmeyi, duvarsız yerleri seviyorum!